26 Ağustos 2011 Cuma

Makber - Abdülhak Hamit Tarhan


Eyvâh ne yer ne yâr kaldı
Gönlüm dolu âh u zâr kaldı
Şimdi buradaydı gitti elden
Gitti ebede gelip ezelden
Ben gittim o haksâr kaldı
Bir köşede tarumar kaldı
Baki o enisi dilden eyvah
Beyrutta bir mezar kaldı

Bildir bana nerde nerde Ya Rab
Kim attı beni bu derde Ya Rab
Nerde arayayım o dil rübayı
Kimden sorayım bi-nevayı
Derler ki unut o aşnayı
Gitti tutarak reh-i bekayı

Sığsın mı hayale bu hakikat
Görsün mü gözüm bu macerayı?
Sür'atle nasıl da değişti halim
Almaz bunu havsalam hayalim.

Çık Fatıma! lahteden kıyam et
Yanımdaki haline devam et
Ketn etme bu razı şöyle bir söz
Ben isterim ah öyle bir söz
Güller gibi meyl-i ibtisam et
Dağı dile çare bul meram et
Bir tatlı bakışla bir gülüşle
Eyyamı hayatımı temam et

Makber mi nedir şu gördüğüm yer
Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber

Abdülhak Hamit Tarhan

23 Ağustos 2011 Salı

Güzel Aşık Cevrimizi - Pir Sultan Abdal



Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi

Yemeyenler kalır naçar
Gözlerinden kanlar saçar
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi

Bu dervişlik bir dilektir
Bilene büyük devlettir
Yensiz yakasız gömlektir
Giyemezsin demedim mi

Çıkalım meydan yerine
Erelim Ali sırrına
Can ü başı Hak yoluna
Koyamazsın demedim mi

Aşıklar kara baht(ı) olur
Hakk'ın katında kutl'olur
Muhabbet baldan tatl'olur
Yiyemezsin demedim mi

Pir Sultan Abdal Şahımız
Hakk'a ulaşır rahımız
On İk'imam katarımız
Uyamazsın demedim mi

Pir Sultan Abdal

İlahi beste: Hüseyin Sebilci Baba

İlahiyi Ahmet Özhan'dan dinleyebilirsiniz:




20 Ağustos 2011 Cumartesi

Üryan Geldim Gene Üryan Giderim - Karacaoğlan

Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var

Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-i mahşerde divan dururlar
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var

Er isen erliğin meydana getir
Kadir Mevlâ'm noksanımı sen yetir
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var

Karac'oğlan der ki ismim öğerler
Ağı oldu yediğimiz şekerler
Güzel sever diye isnad ederler
Benim Hakk'dan özge sevdiğim mi var

Karacaoğlan

Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri - Dadaloğlu

Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir

Belimizde kılıcımız Kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın, dağlar bizimdir

Dadaloğlu'm birgün kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koçyiğitler yere serilir
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir

Dadaloğlu

Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri Türküsünü Muharrem Ertaş'tan dinleyin:


18 Ağustos 2011 Perşembe

Terkîb-i Bend - Ziya Paşa

İkbâl için ahbâbı siâyet yeni çıktı
Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı


(Yükselmek, iyi bir mevkiye gelmek için dostlarını çekiştirmek yeni çıktı, önceleri bu beceriksizliği bilmezdik, bu da yeni çıktı)

Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı


(Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda haline geldi, namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı)

Düşmanlara ahbâbını zemm oldu zerafet
Dildardan ağyâra şikâyet yeni çıktı


(Düşmanlara dostları yermek bir incelik oldu; başkalarına gönül dostlarından şikayet yeni çıktı)

Sâdıkları tahkîr ile red kaide oldu
Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı

(Sâdık kişileri aşağılama, reddetme benimsenir oldu; hırsızlara ikram ve yardım yeni çıktı)

Hak söyleyen evvel dahi menfûr idi gerçi
Hainlere amma ki riayet yeni çıktı


(Her ne kadar doğruyu söyleyenler de önceleri nefretle karşılanmışsa da ancak hainlere uyma yeni çıktı)

Evrak ile ilân olunur cümle nizâmât
Elfâz ile terfîh-i ra'iyyet yeni çıktı


(Bütün düzenlemeler bazı kâğıtlar ile ilan olunur, söz ile halkın refaha eriştirilmesi ise yeni çıktı)

Âciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi
Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı


(Güçsüz olanın en belirgin hakkı saklı tutulur, himaye görenleri her yerde korumak yeni çıktı)

İsnâd-ı ta'assub olunur merd-i gayûra
Dinsizlere tevcîh-i reviyyet yeni çıktı

(Gayretli kişiler taassubla suçlanırken dinsizlere özgü derin düşünce yeni çıktı)

İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki
Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı


(Devletin yükselmesine engel olan İslamiyet imiş, önceleri yoktu, bu rivayet yeni çıktı)

Milliyyeti nisyan ederek her işimizde
Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı


(Her işimizde millî benliğimizi unutarak Batı düşüncesine körü körüne bağlılık yeni çıktı)

Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık
Zîra ki ziyan ortada bilmem ne kazandık


(Eyvah bu oyunda bizler yine yandık, çünkü zarar ortada bu konuda bilmem biz ne kazandık).

Ziya Paşa

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Lügatçe - Mehmet Hanifi Sarıyıldız

Merdivene SÜLLÜM, kol altı BÖĞRÜM,
HORALI Sözlere SOR derler bizde, 
Yufkaya sarılan peynire durum, 
Yağlı çökeliğe LOR derler bizde.

Kıl keçiye DAVAR, oğlağa MECİK, 
Tavuk civcivi ve serçeye CÜCÜK, 
Ufacığa GÜCCÜK, kısaya GÜDÜK, 
Deli dolu ata TOR derler bizde.

Duvara oyulmuş rafa TAĞ derler, 
Bulgur aşı ile BORANI yerler, 
Çiğ köfte yanında ayran isterler, 
Ayaza sofrayı kur derler bizde.

İnişli yokuşlu yerlere BAYIR, 
Otlakta toplanan sürüye NAHIR, 
Bizde de söylenir çimene çayır, 
Bakımsız tarlaya BOR derler bizde

Çok iyiye OVV, güzel şeye PEH, 
Üzümün çürümüş olanına TEH, 
Kocamana ABOVV, birazcığa EHH, 
Gönlü yoksa yerim dar derler bizde.









Dam ucuna SUYUK, kediye PÜSÜK, 
İriye BÖSBÖYÜK, tepeye HÖYÜK, 
Ne yapak yerine NOTİYOK derik, 
Sara illetine ÇOR derler bizde.

Gömleğe de MİLTAN, paltoya KAPUT, 
Ceket ise SAHO, bez ise ÇAPUT, 
Gız evine giden koç, TOHUMGAVUT, 
Aşığı Bağdat'tan sor derler bizde.

Gunduraya POTİN, postala EDİK, 
Topça DEVEME, böceğe BOCUK, 
Yontulmamış cahil adama HÖDÜK, 
Semeri sırtına ver derler bizde

Anamın Başına bağladığı ŞEŞ, 
Eşgi ve tatlımsı meyvaya MAYHOŞ, 
Abdurrahman veya Apti'ye APIŞ, 
Zengini fakirden sor derler bizde.

Havluya MARHAMA, nâline HAPAP, 
Bazen toprak deriz bazense türap, 
Tımar edilmemiş bağ ise HARAP, 
Uçurumlara da YAR derler bizde.

Bir yerin en yüksek yerine DİNGİL, 
Omuzlarla başın arası ÇİNGİL, 
Yabani darının adıysa GİLGİL, 
Yarayı şevkatle sar derler bizde.

Geçen yıla BILDIR, sabaha GUŞLUK, 
Emretmeğe 'yumuş verme' diyorduk, 
Yıllarca hep böyle gonuşduk durduk, 
Haya ve edebe ar derler bizde.

Bacaya PUHARİ, mısıra darı, 
Genç kadına taze, yaşlıya garı, 
Herhal böyle derler aşaa yukarı, 
Düven(dükkan) deki rafa TAR derler bizde.

Yüzün yanı DULUK, çehreyse SUFAT, 
Çingeneye APTAL, takıya PUSAT, 
Alış veriş azsa işler çok KESAT, 
Rüyayı hayra yor derler bizde.

Cömert olmayana aman ne PAHIL, 
İhtiyara GOCA, gençlere CAHİL, 
Bilir, yaşta değil baştadır akıl, 
Akıl ermeyene sır derler bizde.

Odunun girilmiş parçası GAMGA, 
Yontulan gısımlar YONTMUK ve YONGA, 
Üzüm asmasının gövdesi OMCA, 
Dalın SERPENE'ye sar derler bizde.

Cevize GÖZ derik, sokağa GEDİK. 
Ve eriğe İNCAZ, kayısıya ERİK. 
Yavrusuna PALAZ kekliğe FERİK, 
Cennetten bir meyve, nar derler bizde.

Amca ise EMMİ, halaysa BİBİ, 
Gök boşansa derler 'delindi dibi', 
Gız anadan beller sofra sermeyi, 
TAHRANA'yı ince ser derler bizde.

Entariye fistan, kilota TUMAN, 
Maraş'lıdır özüm namım KAHRAMAN, 
Şiirde mahlasım ise DOSTOZAN, 
Daha nice laflar var derler bizde.

Mehmet Hanifi Sarıyıldız 

12 Ağustos 2011 Cuma

Kültürden Gaye - Necip Fazıl Kısakürek - Deneme

Necip Fazıl Kısakürek (1905-1983)
Bizde hemen bütün okur yazarlar vehmeder ki, kültür sade­ce bilgidir. Bilgi ne demek? İnsan kafasının her gün ve her şu­bede meçhuller âleminden fethedip çerçeveleştirdiği şeyleri baş­tanbaşa bilmeğe imkân mı var? O hâlde kültürlü olmak kabil de­ğil. Buna mukabil herkes kendi meslek ve faaliyetine göre hususî bir şey bilir. Öyleyse kültürsüz olmanın yolu yok. Hâlbuki kültürlü ve kültürsüz adam diye hakikatte iki zıt tip var. Ya bun­lar arasındaki fark? 

Kültür, sahibinde fikir bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıda­nın, döne dolaşa damarlarımızda kan hâline gelişi gibi. Kimse bize kilerindeki erzakı gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de ansiklopedi ezberlemekle kültürlü ol­maz. Kültür, bilgi sahibi olmak değil, bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi âlimidir. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi mâliki. Bütün bilgilerin kaynağı idrak çilesini çekmiş ve bir dünya gö­rüşüne varmış her insan kültürlüdür. Bunun içindir ki üniversi­telerde ve bilhassa mücerret ilim fakültelerinde talebe, bir şeyi öğrenmekten ziyade nasıl öğrenileceğini öğrenir. Üniversite, öğrenme metotlarını öğreten ocak. 

Bir şeyi bilmek hüneriyle elmas takma sanatı arasında ince bir yakınlık var. Elmas, mahfazasını zengin etmez. Onunla çiz­gilerini ifade eden vücudu kıymetlendirir. Bu yüzden, Karaman­lı bakkalın pırlantaya boğulmuş parmaklan gibi, kültüre sadece ve kabaca mahfazalık etmek, üstelik servet cakası yapmak haki­kî kültürsüzlüktür. Kültürden gaye, en sade ve en zarif kılık için­de bizzat mücevher olmaktır. 

(3 Haziran 1939)

Güzel Yazılar DENEMELER, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, S. 151-152

Şiirsiz Dünya Hayali - Peyami SAFA - Deneme

Peyami SAFA (1899-1961)
Victor Hugo XIX. asrın müspet zihniyeti içinde şiirin istik­bâli olmadığını iddia edenlere ağır bir cevap vermiştir. Bugüne kadar şair haklıdır. Şiir sağdır. Fakat teknik o kadar ileri gitmek­tedir ki, bütün güzel sanatları, hatta manevî ilimlerin ve felsefe­nin hayatını tehlikede görenlere rastlanıyor. Beş yüz sene sonra, renkli fotoğraf o kadar mükemmelleşecektir ki, torunlarımız, bi­zim zamanımızda ressam denilen sabırlı mahlûkların bir model karşısında saatlerce, bazen günlerce ve aylarca uğraşmalarını merhametle karşılayacaklardır. Teknik bilgilerimize hiçbir şey ilâve etmeyen ve bize lüzumsuz hayaller veren şiir ve müzik gi­bi sanatları da geri çağların boşuna ruh çırpınışları sayacaklar­dır. Sinemanın harikaları yanında tiyatro da çocukların kukla oyunu gibi iptidaî bir sahtelik sanatı hâlinde kalacaktır. 

Güzel sanatların ölümü estetiğin, psikolojinin ve felsefenin de hayatını tehlikeye sokacaktır. Baştan başa maddeye bağlı bir değerler sistemi içinde ahlâkın uğrayacağı inkılâp, dostluğu bir alış veriş, aşkı bir cinsî ticaret, aileyi -kalırsa- bir şirket hâline sokacak, bütün hayır ve fazilet duygularını, merhamet ve şefka­ti ortadan kaldıracaktır. 

* * * 

Dünyamızın böyle bir geleceğe doğru yöneldiği korkusunun veya ümidinin değeri var mıdır? 

Sırf tabiat ve madde plânına irca edilmiş bir insan hayatı bir hayvan hayatı olur. Aradaki fark, hayvanın tabiî şevki (iç güdü­sü) yerine tekniğin kaim olmasıdır. O zaman insanı "teknik bir hayvan" diye tarif etmek lâzım gelecektir. 

* * 

İnsan daha demir devrinde iken silâhının kabzasına kuş ve çiçek resimleri kazıyordu. Bu süs faydasızdı. Silâhın atım ve isabet gücünü artırmıyordu. Ancak silâhı atanın manevî gücüne bir şey kattığı için süsün faydalı olduğu söylenebilir. Fakat bu faydanın şartı insanın güzellikten zevk almasıdır. Yani güzellik duygusu faydadan önce gelmektedir. İnsanı hayvandan ayıran fark da budur. İnsanın ilkel davranışlarında da faydayı aşan bir idealin hâkimiyeti göze çarpıyor. Güzelliğe karşı bu meyil za­manımıza kadar, en büyük sanatları yaratarak devam etmiştir. Bugün en maddî ihtiyaçlara cevap veren endüstri mamullerinde bile kendine göre bir zarafet arıyoruz. Estetik duygu maddî ha­yatımızın her parçasında saltanat sürmektedir. Suyu bile zarif bir bardaktan içmeyi tercih ediyoruz. Güzelliğinden tecrit edil­miş bir dünyada insanın yaşama ve yaratma zevkini kaybedece­ği, bu yüzden teknik icatlardan âciz kalacağı muhakkaktır. Çün­kü bu icatlar da hayale muhtaçtırlar. İnsan muhayyilesini kuru­tan bir teknik bindiği dalı kesmeye mahkûm demektir. 

Şiirsiz, musiksiz, resimsiz, ahlâksız, felsefesiz bir dünyada teknik de mümkün değildir. Kültürsüz bir teknik hayali peşinde koşanlar, robotların da bir kültür mahsulü olduğunu unutuyor­lar. En zeki hesap makinesi, onu işleten bir insandan mahrum kaldıkça en basit hesabı yapamayacaktır. 

Türk Düşüncesi, 1957 

Güzel Yazılar DENEMELER, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, S. 83-84

Lüfer, hamsi, kalkan / daralıyor zaman...

Lüfer, hamsi, kalkan / daralıyor zaman...: "“Seninki kaç santim?” kampanyası yarım milyon insanın desteğiyle devam ediyor. Denizlerimizin ve balıkların geleceği için, iş işten geçmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Biz Nasıl Şiir İsteriz? - Yahya Kemal BEYATLI - Deneme

Yahya Kemal BEYATLI (1884-1958)
Çok nadir bir mevzu üzerinde bir tetkikte bulunmak isterdim. Ancak bu mevzuu, edebiyatın hurda neşriyatına meraklı olup birçok gazete ve mecmuada makalelerini toplamış olanlar benden iyi ifa ederler; bunun'çün bu arzumu yerine getiremeyeceğim. Ancak bu mevzuun yakasını açmakla iktifa edeceğim.
Bu nadir mevzu nedir? Önce onu söyleyeyim. Yirmi seneden beri bizde çok yeni, çok meraklı bir dâiye kendini gösterdi. Millete yol göstermek isteğiyle malûl olan birçok irfan adamları ve bunların arasında ekseriya yeni kanatlanan gençler, zaman zaman, "Biz nasıl bir şiir isteriz?" müddeasıyla hayli yazılar neşrettiler. "Bizim devrimizin şiiri ne cins bir şiirdi?" İleride bu bir mevzu olursa, "Bizim devrimizde birçok rehberler nasıl bir şiir istiyorlardı?" Bu da bir mevzudur. Hem de devrimizin hale-tiruhiyesinden meraklı bir köşeyi gösterecek bir mevzudur, fikrindeyim.
Alafranga Türklerden evvelkiler: "Nasıl bir şiir isteriz" gibi bir arzuyu ifade etmemişlerdi. Yani, daha bariz bir tarifle, milletin şiirini kendi fikirlerine göre bir inhisar kaydı altına almak müddeasında bulunmamışlardı. "Kudema"nın şiirde en bâlâper-vâzâne iddiaları ancak kendi şiirlerinin yeni veyahut bambaşka bir cevher olduğu sadedine kadar giderdi. "Şiir nedir ve nasıl olmalıdır?" iddiası alafranga Türklerin şiirin başına geçmeleriyle başladı. Recâîzâde Ekrem Bey'in: "Bu da bir şi'r-i muhzin-î dîğer...", "Bu da bir şi'r-i eltaf-î dîğer...", "Bu da bir şi'r-i müthiş-î dîğer..." nakaratlı mısralarıyla kâh sonbahar yapraklarının kâh bir kızın bahçede hırâmını, kâh şimşeklerin çakmasını birer şiir olarak tavsif ettiği maruf menzume, bu vadide aldığımız ilk edebiyat dersi idi. Yani şiirin yalnız vezinden ve kafiyeden ibaret bir şey değil, çok ve çok daha geniş olduğunu öğrenmeğe başlıyorduk. Yol açılmıştı. Kaarilerin eski itaati gevşemeğe yüz tutmuştu. Ufuklar genişledikçe genişleyecekti. Şiirin görülen ve görülmeyen kâinattan daha hudutsuz bir şey olduğunu anlayacaktık. Mamafih Recâîzâde'den sonra Tevfik Fikret gibi inzibat şiarlı bir şairin toplayıcı kudretiyle bir müddet söz büsbütün ayağa düşmedi. Edebiyat-ı Cedîde, idrak ettiğimiz yeniliklerin en müfriti olduğu hâlde, yine kendi dairesinde, derli toplu bir manzaraydı. Bu manzara, cazibesiyle, "Nasıl bir şiir isteriz?" diyen deryadil nazariyecilerin zuhuruna bir müddüt mani oldu.
Lâkin Meşrutiyet'ten sonra, bir şair zümresini ve yeni bir çığırı demirden elinde tutan bir baş zuhur etmediğinden benlik taşkınlığından başka bir kudreti olmayan teferrüt coşkunları şiirin mutlak tariflerini ortaya sürdüler. Gelip geçici dahilerin, biribirinin ayağını kaydırarak teselsül ettiklerini gördük. Lâkin, bunların arkasından, hemen, daha vahim bir takım türedi. Bu takımdaki müddeiler, evvelkiler gibi, şiirle alâkadar da değildiler; şiiri söylediklerinden veyahut anladıklarından değil, şiiri cemiyyet-i beşeriyeye en nafi ve uygun bir kıymete talep eden rehberlerdi.
Bunlar (a) ben "bir takım" dedim; çünkü zihince mahiyetleri aynıdır. Lâkin bu takımın müteaddit mezheplerde olduğunu söylemek hakşinaslık olur; bunların kimi azgın milliyetperverdi. Kimi de aksine olarak, beşeriyetçi idi; kimi ne o ve ne bu, yalnız şiirin ziyan olmaması için insanlara nafi şeyleri öğretecek bir vasıta olmasını isteyen, ciddî, hayırperver zevattandı. Bu son zeminde en ziyade nesayihde bulunmuş olan "İkdam" müdürü Ah-med Cevdet Beyin tarif ettiği şiire bir şekil vererek, Refik Hâlid hayli muvaffak bir nesir neşretmişti. Müddeaları malûm mesleklere tevafuk eden bunlardan sonra yeni felsefenin neticelerine göre yepyeni bir şiir isteyenler geliyordu. Bunlar ekseriya gençlerdendi. Bir kısmı İstanbul Darülfünûnu'nun felsefe şubesinden coşmuştular. Bir kısmı da Almanya'dan, Almanya'da iktisat ve felsefe karışık tahsillerden cûş ü hurûş ederek çok öfkeli, demir gibi sert ve uğultulu bir hiddetten başka hiçbir mana ifade etmeyen bir lisan kullanıyorlardı.
Yahya Kemal BEYATLI (1884-1958)
Bu lisan büyük babalarımızın bir vakit Fransa'dan dönen alafranga gençler ağzından, gülümseyerek işittikleri hoppa bir küstahlık kıratında değildi; bilâkis insanın kafasına sersemletici bir darbe gibi geliyordu. Alman Dârülfünûn'larının bu şeydala-rı, yalnız bizim değil, bütün Avrupa'nın pıhtılaşmış bir unsur olduğunu, dirilmek, kalkmak, atılmak ihtiyaçlarını haber veriyorlardı, bu son zümrenin şiiri tarifi mitralyöz ateşi gibi şiddetli geldiğinden kafalara ancak biraz sersemlik verebildi; her nedense değerleri kadar olsun kuvvetli bir tesir bırakmadı.
"Biz nasıl bir şiir isteriz?" diyenlerden birçoğu ile görüştüm; şiirle uğraşmak gibi bir iptilâm yüzünden bu rehberlerin sert sadmelerine uğradığım da oldu. Fikirlerini hususî ıstılahlarla hayli izah ettikten sonra, yumruklarını asabî bir hareketle sıkarak ve yüzüme bakarak: "Biz nasıl bir şiir isteriz? Anlatabiliyor muyum?" diyen bir gence dedim ki: "Sizin istediğiniz şiiri ben söylersem ve siz dinlerseniz mükemmel bir şey olmaz. O şiiri benden ve herkesten iyi siz söyleyebilirsiniz, ben ve benim gibiler de dinler ve mehmâ-emken anlamağa çalışır. Biz anlamazsak elbette anlayanlar bulunur, siz de bir cemaatin başı olursunuz. Ben ancak benim duyduğum bir şiir varsa ve o şiiri de söyleye-biliyorsam insanların nazarında bir değirim vardır. Zannediyorum ki şairi telâkki etmek bahsinde esaslı bir hatanız sizi beyhude asabîleştiriyor. Bir milletin içinde şairliği mukadder olan insanlar zuhur ederler ve o insanlar, şayet delâlette iseler yeni yeni hakikatlerden haberdar olunurlar ve doğru yola girerler, böylece o millette şiir işi düzelir, gibi çetin bir itikadınız var. Müsaadenizle söyleyeyim ki bu itikat doğru değildir. Musikiden mütelezziz olanların bir saz takımına falan parçayı çalmasını emretmeleri mümkündür, lâkin musiki parçalarını vücuda getiren bestekâra bu emri vermeleri tabiatın kanununa mugaayirdir. Hayatta musikiyi bestekârlar sevk eder ve dinleyenler sevk olunurlar. Bu fikirdeyim ki: Şiirimiz olmadığını söyleyen ve nasıl bir şiir istediğimizi bilen siz ve diğer rehberler bu şiirleri söyledikleri saatten sonra bu bahis kapanır, çünkü yeni bir şiirimiz olur. Şiirin yepyeni bir telâkkisini ortaya sürdükten sonra tahakkuk ettirilmiş şekillerini de göstererek birer çığır açmış insanlar Avrupa milletlerinde zuhur ettiler. Stéphane Mallermé, şiir şiir olalı, en yakası açılmamış bir telâkkiyi getirmişti. Muvaffak da oldu. Çığırı hâlâ yalnız Fransa'da değil, birçok Avrupa milletleri arasında bazı zümrelerin güttükleri bir çığırdır, İngiltere'de Préraphaeliste'ler de bu nevidendirler. Lâkin misallerle sizi yormayayım. Asıl fikrimi mütereddit bırakan noktaya geleyim: Mallermé kapalı, müphem, akim, daha fazla musikiye sapıtmış, hâsılı her ne olursa olsun, meziyet veyahut nakısa telâkki olunan bütün evsafiyle beraber muhakkak ki şairdi, yani şair cinsinden di. Demek istiyorum ki benî-beşer arasında, ister şiire, ister başka bir şeye rehberlik etmek ancak o' şeyin cinsinden olmağa mütevakkıftır. Dikkat ediniz; görürsünüz ki cihana gelmiş olan bütün peygamberler hepsi peygamber cinsindendirler. Bütün fevkalâde serdarlar asker cinsinden yetişmedirler; bütün mucitler icatlarının nevilerine hilkaten mensupturlar. Coğrafyayı, Christophe Colomb'dan yüz derece daha iyi bilen lâkin gemici olmayan bir âlimin Amerika'yı keşfedemeyeceği de ikinci bir bahis olarak gelir. Yani bütün ulûm-ı diniyyeyi hatmetmiş bir mutasavvıfın ümmî olan Muhammed gibi, yahut da ondan farksız derecede tahsilsiz olan İsa gibi peygamber olmayacağı, yahut da ulûm-ı askeriyyede asrının ferîdi olan âlim bir askerin İsveç Kralı XII. Charles veyahut da Yavuz Sultan Selim gibi ordular sevk edemeyeceği meselesini ikinci ve katmerli bir bahis olarak tetkik etmeniz lüzumu da varittir."
Bu cevaptaki mülâhazaları bir yana bıraktıktan sonra mantık ve muhakeme usulünü de terk ederek, bu bahsi bir de iyi şiir vermiş devirlerin müşahedesiyle tenvir etmek doğru olur. Yunan, Roma, Arap, Müslüman İran, İtalyan Rönesansı, Kraliçe Elizabeth devri, İspanyol edebiyatının inkişafı devri, On dördüncü Louis devri, Alman uyanışı, hâsılı şiirin en yüksek bir kıratta tecelli etmiş olduğu bu zemin ve zamanlarda hiç şaşmayan bir farika nazar-ı dikkate çarpıyor. Bu farika şudur: En büyük eserleri vermiş olan devirler -ne kadar gariptir ki- inkıyat devirleridir.

Yahya Kemal BEYATLI

Güzel Yazılar DENEMELER, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, S. 15-19

5 Ağustos 2011 Cuma

Gece Bir Neticedir - Cahit Sıtkı Tarancı


Renkler çekildi işte simsiyah bir saraya
Birbirine müsavi artık her şey: Gecedir.


Geldi minarelerle kuyular bir hizaya;
Ya her şey dev gibidir, yahut her şey cücedir.


Bir sular hücumudur ansızın hafızaya
Bu, başlayan, belki de biten bir işkencedir. 


Kafalar ayna gibi şimdi bir muammaya
Bu, içinden çıkılmaz bir müthiş bilmecedir. 


Korku bir kokudur ki karışmış bu havaya,
Ve sükut bir çığ gibi büyüyen düşüncedir.


Şimdi her kımıldanış usulca, sessizcedir.
Bir torba tutmuş gibi boşlukta bir el güya 


Gülen, ağlayan başlar düştü aynı torbaya,
Gece bir sebep değil belki bir neticedir.


Cahit Sıtkı Tarancı

Hakim Beğ - Abdurrahim Karakoç

Gene tehir etme üç ay öteye
Bu dava dedemden kaldı hâkim beğ.
Otuz yıl da babam düştü ardına
Siz sağ olun, o da öldü hâkim beğ.

Kırk yıl önce; yani babam ölünce
Kadılıklar hâkimliğe dönünce
Mirasçılar tarla, takım bölünce
İrezillik beni buldu hâkim beğ.

Yaşım yetmiş iki, usandım gel-git
Bini buldu burda yediğim zılgıt
Eğer diyeceksen: 'bana ne, öl git!
Oğlumun bir oğlu oldu hâkim beğ.

Sekiz evlek tarla, bir geverlik su
Yüz yılda höküme bağlanmaz mı bu?
Kazanmasam da hu, kazansam da hu!
Canım ta burnuma geldi hâkim beğ.

Keşife-meşife, damgaya, harc'a
Kanımız kurudu harca da, harca..
Sayenizde avukatlar yıllarca,
Fakiri yoldu da yoldu hâkim beğ.

Mübaşir itekler, kâtip zavırlar
Değişti bizde de göya devirler
Yüz yıl önce adam yiyen gâvurlar
Tapucuyu aya saldı hâkim beğ.

Kabahat sizde mi, kanunlarda mı?
Şaşırdım billâhi yolu yordamı..
Kızma sözlerime alam kadanı
Sıkıntıdan içim doldu hâkim beğ.

Mülkün temeliydi adalet hani? ...
Bizim hak temelde saklı mı yani?
Çıkartıp ta versen kim olur mâni?
Yoksa hırsızlar mı çaldı hâkim beğ? !

Hem davacı pişman, hem de davalı..
Bu yolda tükettik çulu, çuvalı.
'Sabret makamı'ndan çalma kavalı,
Sürüler ekine daldı hâkim beğ.

Abdurrahim Karakoç

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Sen, Sen, Sen... - Yavuz Bülent Bakiler

Bir dağbaşı yalnızlığı yaşıyorum yeniden.
Dağbaşı yalnızlığı, ölümden beter.
Hiç kimse aramasa, sormasa beni,
Sen gelsen yeter.

Huzur, ellerinin güzelliğidir.
Gözlerin karşımda bir mutluluk denizi.
Her sabah, soframızda ekmeğimizi
Sen bölsen yeter.

Yüreğim seninle yaylalar kadar serin
Ne bir çizgi hasret, ne bir nokta gam
Yayla dumanı gibi gözlerime her akşam
Sen dolsan yeter.

Bende çaresizlik sonsuz, kördüğüm.
Bende sabır, sende naz.
Gündüzünden vazgeçtim, düşümde biraz
Bir yüz görümlüğü sen olsan yeter.

Duymasa da hiç kimse şâir gönlümün,
Sende karar kıldığını...
Ve içimin şerha şerha yarıldığını,
Sen bilsen yeter.

Bir gün duysan bittiğimi, tükendiğimi..
Çıkıp gelsen uzaklardan korkulu, ürkek..
Bir incecik dal gibi üzerime titreyerek,
Eğilsen yeter.

Yavuz Bülent Bakiler

Mavi maviydi gökyüzü - Ahmet Hamdi Tanpınar

Mavi maviydi gökyüzü
Bulutlar beyaz, beyazdı
Boşluğu ve üzüntüsü
İçinde ne garip yazdı...


Garip, güzel, sonra mahzun
Işıkla yağmur beraber,
Bir türkü ki gamlı, uzun,
Ve sen gülünce açan güller,


Beyaz, beyazdı bulutlar,
Gölgeler buğulu, derin;
Ah o hiç dinmeyen rüzgâr
Ve uykusu çiçeklerin.


Mor aydınlıkta bir çınar
Veya kestane dibinde;
Mahmur süzülen bakışlar
İkindi saatlerinde...


Birden gülümseyen yüzün
Sabahların aynasında
Ve beni çıldırtan hüzün
İki bakış arasında.


Ahmet Hamdi Tanpınar