2 Aralık 2011 Cuma

Ölüm Sarkıtı İlk Kez Görüntülendi

İngiliz Yayın Kuruluşu BBC'nin belgesel ekibi, olağanüstü bir tabiat olayını dünyada ilk kez görüntülemeyi başardı. Güney Kutbu'nda suyun yüzeyinden dibine doğru uzanan ölüm sarkıtının oluşumu, özel kameralarla kaydedildi.

Güney Kutbu'nun dondurucu soğuğu, buzulların altındaki ılık sulara bir ölüm dokunuşu gibi uzanıyor. Yavaş yavaş denizin dibine doğru uzanan buzdan bir sütun önüne çıkan herşeyi öldürüyor.

Esrarengiz olay 1960'lardan beri biliniyordu, fakat şimdiye kadar kimse gözlemlemeyi başaramamıştı.
BBC belgesel ekibi, özel kameralar ve sıfırın altındaki dondurucu soğukta bu muhteşem olayı filme almayı başardı.
Denizin yüzeyindeki buz kütlesinden ayrılan tuzlu su donarak batmaya başlıyor. Bir sarkıt şeklinde ilerleyen oluşum, sonunda deniz tabanına ulaşıyor ve adeta bir ölüm dokunuşu gibi önüne gelen herşeyi dondurup öldürüyor.
Çekimlerde deniz yıldızı ve kestanelerinin ölüm sarkıtına nasıl kurban gittiği görülüyor. Donan tuzlu suyun batması, o sıcaklıkta yoğunluğunun sudan fazla olmasından kaynaklanıyor.
BBC ekibi, hızlandırılmış kameralarla kaydedilen olayın 5-6 saat içinde tamamlandığını belirledi.
Filmi izleyin:




Türküler Dolusu - Bedri Rahmi Eyüboğlu


Kirazın derisinin altında kiraz,
Narın içinde nar,
Benim yüreğimde boylu boyunca
Memleketim var.
Canıma ciğerime dek işlemiş
Canıma ciğerime,
Sapına kadar.
Elma dalından uzağa düşmez,
Ne yana gitsem nafile.
Memleketin hali gözümden gitmez
Binbir yerimden bağlanmışım,
Bundan ötesine aklım ermez.


Yerliyim yerli olmasına
ilmik ilmik, damar damar
Yerliyim.
Bir dilim Trabzon peyniri,
Bir avuç tiftik,
Bir çimdik çavdar,
Bir tutam Şile bezi gibi,
Dişimden tırnağıma kadar
Ressamım.
Yurdumun taşından toprağından şurup gelir nakışlarım,
Taşıma toprağıma toz konduranın
Alnını karışlarım.
Şairim şair olmasına,
Canım kurban şiirin gerçeğine, hasına.
İçerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum,
Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter,
Eğri büğrü, kör topal kabulum.
Şairim,
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,
Ayak seslerinden tanırım.
Ne zaman bir köy türküsü duysam,
Şairliğimden utanırım.
Şairim,
Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum,
Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim,
Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm.


Hey hey, yine de hey hey,
Salınsın türküler bir uçtan bir uca,
Evelallah hepsinde varım,
Onlar kadar sahici,
Onlar kadar gerçek,
insancasına, erkekçesine,
'Bana bir bardak su' dercesine,
Bir türkü söylemeden gidersem yanarım.


Ah bu türküler,
Türkülerimiz,
Ana sütü gibi candan,
Ana sütü gibi temiz.
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz.
Ah bu türküler,
Köy türküleri,
Dilimizin tuzu biberi,
Memleket ahvalini onlardan sor,
Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen'i,
Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni..
Ben türkülerden aldım haberi.


Ah bu türküler, köy türküleri,
Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak,
Hilesiz hurdasız, çırılçıplak,
Dişisi dişi, erkeği erkek,
Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara,
Bıçağı bıçak.
Ah bu türküler, köy türküleri,
Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi,
Kiminin reyhasından geçilmez,
Kimi zehir, kimi zemberek gibi.


Ah bu türküler, köy türküleri,
Olgun bir karpuz gibi yarılır içim,
Kan damlar ucundan, mürekkep değil.
İşte söz, işte ses, işte biçim:
'Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar'
iliklerine kadar işlemiş sızı,
Artık iflah olmaz bu kavak ağacı,
Bu türkünün yüreğinde sancı var.


Ah bu türküler, köy türküleri,
Ne düzeni belli, ne yazanı,
Altlarında imza yok ama
içlerinde yürek var.
Cennet misali sevişen,
Cehennemler gibi dövüşen,
Bir çocuk gibi gülüp
Mağaralar gibi inleyen.
Nasıl unutulur nasıl
Ömründe bir kez olsun
Halk türküsü dinleyen?


Bedri Rahmi Eyüboğlu  ( 1913  - 1975 )

21 Kasım 2011 Pazartesi

Gülce - Ömer Lütfi Mete



Uçurumun kenarındayım Hızır
Bir dilber kal'asının burcunda
Muhteşem belaya nazır
Topuklarım boşluğun avucunda
Koca yar adım çağırır
Kaldım parmaklarımın ucunda
Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Uçurumun kenarındayım Hızır
Civan hazır
Divan hazır
Ferman hazır
Kurban hazır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Başım döner, beynim bulanır.
El etmez
Gel etmez
Gülce'm uzaktan dolanır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Gülce bir davet
Mecaz değil
Maraz değil
Gülce bir afet
Peri değil
Huri değil
Gülce bir beyaz zehir
Gülce en vahim haz
Buram buram zehir
Yâr gözünde infaz
Bir gamzelik rüzgar yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Ben fakir
En hakir
Bin taksir
Ateşten
Kalleşten
Mızrakla gürzden
Dabbetül arzdan
Deccaldan, yedi düvelden
Korku nedir bilmeyen ben
Tir tir titriyorum Gülce'den
Ödüm patlıyor Gülce'ye bakmaktan
Nutkum tutuluyor , ürperiyorum
Saniyeler gözlerimde birer can
Her saniyede bir can veriyorum


Ömer Lütfi Mete

14 Kasım 2011 Pazartesi

Hancı - Bekir Sıtkı Erdoğan


Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı!
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş...
Aman karanlığı görmesin gözüm,
Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş...
Sıla burcu burcu ille ocağım...
Çoluk çocuk hasretinde kucağım
Sana her şeyimi anlatacağım,
Otur başucuma sor yavaş yavaş.

Güç bela bir bilet aldım gişeden,
Yolculuk başladı Haydarpaşa 'dan...
Hancı, ne olur, elindeki şişeden
Bir kaç yudum daha ver yavaş yavaş!..

Ben o gece hem ağladım hem içtim,
İki gün diyardan diyara uçtum
Kayseri yolundan Niğde'yi geçtim,
Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş...

Garibim, her taraf bana yabancı,
Dertliyim çekinme, doldur be hancı!
İlk önce kımıldar hafif bir sancı,
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş...

Bende bir resmi var yarısı yırtık,
On yıldır evimin kapısı örtük...
Garip birde sarhoş oldu mu artık
Bütün sırlarını der yavaş yavaş...

İşte hancı! ben her zaman böyleyim,
Öteyi ne sen sor ne ben söyleyim?
Kaldır artık, boş kadehi neyleyim?
Şu benim hesabı gör yavaş yavaş...

Bekir Sıtkı Erdoğan

Kar - Ahmet Muhip Dranas


Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.


Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? kar içindesin!


Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram...
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.




Ahmet Muhip DRANAS




30 Eylül 2011 Cuma

Konya Destanı - Ahmet Kutsi Tecer

Sabahtan vardım Konya'ya 
Baktım cihana uyanık. 
Kimi binek, kimi yaya,
Baktım meydana uyanık.

Şehirde herkes ayakta,
Kepenkler kaldırılmakta.
Asker, mektepli sokakta,
Baktım her yana uyanık.

Sabahtan akşama kadar,
Didinir, terler, çabalar.
Uyanık bütün babalar,
Oğul, kız, ana uyanık.

Konuşursan bir kelime,
Kavuşursun bin selama,
Lafında şive var ama,
Fikirde mana uyanık.

Karatay, İnceminare,
Dolaştım hep birer kere.
Her köşeye, her esere,
Bakındım rana uyanık.

Alaiddin Tepesi'ne,
Çıkdım tarihin sesine.
Selçukların türbesine,
Baktım, amenna, uyanık.

Baktım tarihe, zamana,
Baktım Alaiddin Han'a,
Baktım o büyük insana,
Kılıç Arslan'a uyanık.

Görünmez bir debdebede,
Gönüllerden bir türbede,
Yeşil üsküflü kubbede,
Uyur Mevlana, uyanık.

Tecerim bu nasıl hülya,
Uyanıkken gördüm rüya,
Eski Konya, Yeni Konya,
Göründü bana uyanık.

Ahmet Kutsi Tecer

28 Eylül 2011 Çarşamba

Ala Gözlerini Sevdiğim Dilber - Karacaoğlan


Ala gözlerini sevdiğim dilber
Gidiyorum sizin olsun buralar. 
Ah ettikçe kara bağrım ezilir, 
Melhem almaz sinemdeki yaralar.

Şahin küçük ama vermez avını 
Sen erittin yüreğimin yağını 
Sarayıdım yari usul boyunu 
İsterlerse kollarımı kıralar

Karacoğlan der ki halımız nice 
O yarin sevdası gönülde yüce 
O yari saraydım bari bir gece 
İsterlerse kefenime saralar 


Karacaoğlan

6 Eylül 2011 Salı

Şeftali Bahçeleri - Refik Halid Karay

Okumaya başlamadan önce bilmenizi isterim ki hikâye, yazarın kullandığı dil sadeleştirilerek  basılan, üzerinde basım tarihi yazmayan onuncu baskıdan alınmıştır. Basıldığı devrin diline uyarlanan bu onuncu baskının Türkçesinin de günümüz Türkçesinden farklı olduğunu göreceksiniz. İçinde yaşadığımız zamanın Türkçesi ile basılmış nüshasını da temin edebilirdik elbet. Fakat, bu durumda, yazarın emek verip ortaya koyduğu eserden bir adım daha uzaklaşmış olurduk. Asırlar öncesinden günümüze kalmış bir mimarî sanat eserini veya bir heykeli bu günün zevkine ve sanat anlayışına göre şekillendirmeyi gayri ahlâkî görüyorsak, edebî bir eserin diline müdahaleden de aynı anlayışla kaçınmanın ve eserin aslına sadık kalmanın gereğine inanmaktayız. Gönül isterdi ki, eserin orijinal baskısını sizinle paylaşalım. Fakat, yüz yıla yakın süredir ülkemizde uygulanan yanlış dil politikaları ve Türkçemiz üzerinde yapıla gelen ameliyatlar yüzünden gerek bu eserlerin orijinal nüshalarına ulaşmak, gerekse bu nüshaların dilini anlayabilecek okurlar bulabilmek günbegün güçleşmektedir. Her ne kadar Refik Halid'in kullandığı dilden uzaklaşılmış olsa da, sizinle paylaşabildiğimiz kadarıyla yazarın ifade ve tasvir gücünün tadına varalım. Geleceğe bırakabileceğimiz en kıymetli kültür mirasımıza, Türkçemize hep beraber sahip çıkmak temennisi ile sizi bu kısa -en azından okumayı sevenler için kısa-  ve keyifli hikâye ile baş başa bırakıyoruz.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------

ŞEFTALİ BAHÇELERİ

Irmağa giden yol, kasabadan kurtulunca, göz ala­bildiğine uzanan sayısız şeftali bahçeleri arasından geçerdi. Haziran içinde bile taşkın dere ayaklarının çamurlu, ıslak tuttuğu bu gölgeli yerlerde otlar bü­tün bir yaz mevsimi yeniden yeniye sürer, kızgın güneş, ağaçların tepelerinde meyvaları pişirirken, ru­tubetli toprakta birbiri arkasına yoncalar fışkırır, ça­yırlar kabarırdı. Suların serinliği, taze ot kokusu, göl­gelik ve bereket içinde bahar, bu bahçelerde tâ kı­şa kadar uzanıp giderdi. 

Her tarafa taşkın bir şeftali kokusunun dolup sindiği durgun sıcak günlerde işsizler takım takım kasabadan inerler, ırmakta yıkandıktan sonra gelip gölgeli çimenlerde yatarlardı. Yüksek dallardaki faz­la olgun, ballı şeftaliler saplarından kurtularak dol­gun, yumuşak bir sesle yerlere, çimenler içine, ya­tanların üzerine durmamacasına yavaş yavaş dökü­lürdü. Toplamakla biter tükenir şey değildi; ürü­nün yarısı ağaçlarda kalır, böyle, pişip oldukça teker teker, ağır ağır toprağa düşer, karışır, kaybolurdu. 

Kasabanın çocuk çığlığıyle dolu, gübre kokulu kızgın sokaklarından kurtulanlara; bu kuytu, loş, hoş kokulu yerler ne tatlı gelirdi. Akşam üzerleri hükü­met memurları heybelerine rakılarını koyar, mer­keplere binip bu bahçelere gelirlerdi... Yer yer içki sofraları kurulur, sohbetler edilir, gazeller okunurdu. Şeftali bahçelerinin eğlentisi tâ uzak diyarlara bile ün salmış, dillere destan olmuştu. Onun için ne ka­dar zevkine düşkün, keyfine meraklı memurlar var­sa hep burasını ister buraya yerleşirdi. Çapkın mu­tasarrıflarla * hoş görülü kadınların uğrağı olmaktan kasaba öyle serbeslemiş, halkı öyle açılıp zevke, safaya dalmıştı ki artık uygun görülmeyen günah kal­mamıştı. 

Burası Anadolu'nun Saadâbadı idi. Tıpkı «Saadâbad» gibi burada da sürekli sazlar çalınıp çengiler oy­nar; gazeller okunup şiirler yazılırdı. İçki düşkünü mutasarrıflar, müdürler içinde, çoğu şairdi. Nedim gi­bi gazeller yazarlar; aruzdan, tasavvuftan konuşur­lar; Mevlevîlikten Melâmîlikten dem vururlardı, ömür­leri sazla, sözle tatlı geçerdi. Bu keyif düşkünü me­murlar suya sabuna dokunan işlere karışmadıkların­dan senelerce yerlerinde kalırlar, kasabayı benimse­yip evler yaptırırlar, havuzlar açtırıp kameriyeler kurdururlardı. Aslında çoğu, devrin hoş görmediği, başından savdığı kimselerdi. Yükselme ümidinde ol­madıklarından resmî işlere önem vermezler, zevkle­rine bakarlardı.

(*) Vali ile Kaymakam arası mülkiye amiri.

* **

Sıcak, ağır bir yaz günü idi... Yeni gelen Yazıişleri Müdürü ikindi vakti, kalemlerin boşalıp daireler­de kimsenin kalmadığına pek şaştı, hükümet konağı­nın iç avlusuna dizili kadife palanlı, dinç, gürbüz merkeplerden birine atlıyan, şeftali bahçelerinin yo­lunu tutuyordu. Kâtiplere kadar herkes, böyle birbirlerine selâmlar dağıtarak, şakalar yaparak, kabarık, taşkın heybelerinin ortasına gömülü, keyifli keyifli, koşa koşa uzaklaşıp gidiyorlardı. Şehrin açığında, tâ ova ile bahçeler arasında güneşe karışmış, gittikçe bü­yüyen, genişleyen bir toz bulutu geçtikleri yolu gös­teriyordu. 

Agâh Bey dünya gidişinden habersiz, kuramsal görüşlerle büyümüş dik başlı, kuru zevkli bir adam­dı. Mülkiyeden çıktıktan sonra Avrupa'ya kaçmış, fa­kat nüfuzlulardan birinin aracılığıyla İstanbul'a dön­müştü. Tam dört ay Zaptiye Nezareti (*) tutukevinde sebepsiz alıkonulduktan sonra buraya Yazıişleri Mü­dürlüğüyle atılmıştı.

(*) Eski idarede, Emniyet işleri gören bakanlık.

Anadolu içinden hanlarda kalıp köylerde yatarak memuriyetine gelirken yüreğini keder, gam kapla­mış, memlekete ciddî hizmet etmek kararını almış­tı. Başının içinde, kasabaya indiği gün, yeni düzenle­meler, örgütler, yardım dernekleri gibi ağır düşün­celer doluydu. Bu küçük şehirde kocaman işler gö­receğini, herkese parmak ısırtacak eserler çıkaracağı­nı sanıyordu. Durmıyacak, dinlenmiyecek, çalışacak­tı. Atılganlık gerek diyordu, mutasarrıftan tutarak âmir ve memurların hepsini yola getireceğine inan­mıştı. Memleketi kaplayan tembelliği, durgunluğu ka­fası almıyordu. «Bu uyuşukluk, bu kayıtsızlık ne?» di­ye kendi kendine soruyor, cevabını bulamıyordu. 

Hayır, kendisi büsbütün başka türlü bir memur, Avrupalı bir hükümet adamı olacaktı... işte bu ufak memuriyet ne iyi bir deneme alanıydı... 

Fakat ilk günü ümitsizliğe düştü. Mutasarrıf ona bu memlekette işlerin az olduğundan, rahatına bak­masından, yorgunluk almasından söz etti. «Kadı Yahya» dan beyitler okuyarak yerden selamlar, gevrek kahkahalar arasında; yerini getirip, kuru üzümden iki çekilmiş, yirmi iki grado sert rakısını övdü. Bal ile yapılmış baklavanın türlüsünü sayıp döktü. Evkaf me­muru daha ileri varmış, bekâr olduğunu anlayınca bu­rada yokluk çekilmeyeceğini müjdelemişti. Alay ko­mutanı altmış beşlik iri yarı bir bunak, baba diliy­le onu; «Safa âmedi, safa âmedi (*)» diye pek tek­lifsiz karşılamış, hiç sebepsiz, birdenbire saat mey­danındaki somaki mermerden geniş göbek taşlı, yük­sek kubbeli selâtin hamamını tarif etmişti. Önüne ge­len de şeftali bahçelerini söylüyor, keyiften, eğlence­den söz ediyordu. 

Agâh Bey şaşkına dönmüştü. Muhasebecinin: «Ar­zu buyurursanız bahçelere gidelim, merkep hazırlat­tık, eğleniriz!» teklifini hemen sert bir yüzle reddet­ti. Hükûmet konağında bir başına kalmıştı. 

İkindi güneşinin gözler alan çiy aydınlığı içinde bilmediği sokakları yabancı yabancı dolaşmaya mec­bur oldu. Kasabanın iç mahalleleri şenlik günlerine özgü bir boşlukla sessiz, durgundu. Çeşmelerden su ta­şıyan tek tük adamlarla birkaç yaşlı nineden başka kimseye rasgelmemişti. Onlar da kendisine acayip bir gözle bu saatte, herkes bahçelerde iken neden bu­ralarda dolaştığına şaşar gibi bakmışlardı... Sonra... Kızgın, dumanlı bir gurup oldu; ezan sesleri arasında kısık, uyuşuk lâmbalar birer birer yanıp kasabayı kasvetli bir gece sardı. Erkenden yatmıştı... 

Aradan birkaç saat geçmişti ki uykusundan şen seslerle uyandı, pencereye koştu. Dar sokakları kızıl alevli meşaleler aydınlatıyor, gündüz hükûmet avlu­sunda gördüğü kadife palanlı eşeklerde memurlar yarı keyif şakalaşa gülüşe geçiyordu. Geç kalanların uzaklardan gürültüsü duyuluyordu. Agâh Bey öfke­lendi. Zevk, safa bu adamları bir deniz gibi, gırt­laklarına kadar sarmıştı, içinde rahat, durgun bir ba­lık hayatı geçiriyorlar, dünya ile ilgilenmiyorlardı. Er­tesi günden başlayarak daha ciddi daha kararlı gö­rünmek, bu bayağı duygulu, âdi ömürlü adamlara da­ha sert, daha kaba davranmak niyetiyle yumrukları kısılı, yüreği kinli, tekrar uyudu... 

(*) Hoş geldiniz. 

***

Her gün bir düğün evi neş'esiyle çalkalanan bu şehirde yeni Yazıişleri Müdürü sıkıntıdan boğuluyor­du, önce işiyle uğraşıp boş vakti kalmayacağını san­mıştı, fakat yapacağı kıttı. Esniye esniye odasında gev­şiyor, uyuşuyordu. Mutasarrıfa ilk hevesle şehrin imarına, sapan ve tırpanlarının islahına, kağnı araba­larının değiştirilmesi gereğine dair ayrıntılı öneriler vermişti. 

Hiçbir sonuç çıkmıyordu. Daima gelişimden, uy­garlıktan söz açıp uzun, sinirli, umutsuzluk dolu nutuklarını, nezaketin bile örtemediği öyle anlamsız, hiçten bakışlarla uyuşuk uyuşuk dinliyorlardı ki ağlıyacağı geliyordu. Hayır, hiçbir iş yapmak, bir hiz­met görmek olanağı yoktu, ödenek azlığı, arkadaş­ların tembelliği her atılıma engeldi. Yüreğinde kö­püren gayret, hizmet isteği yavaş yavaş sönüyor, ya­tışıyordu. Bu dayanılmaz bir ömürdü... 

Zaten hükûmetteki arkadaşları da ondan bezmiş­ler, yola gelmeyen, zevkten anlamayan bu adamdan yüz çevirmişlerdi. Eski Yazıişleri Müdürü gözlerinde tütüyordu. Ne çapkın bir İzmir'liydi... Kasabaya ilk geldiği gece onu bir ziyafete götürmüşlerdi. İçip içip öyle coşmuştu ki... parmaklarına tahta kaşıklar takmış, daha yeni tanıdığı adamlar arasında takırdata takırdata saatlerce «Adanalıyı» «Konyalıyı» oynamıştı. Şairdi de... Sabahleyin geceki eğlentiyi anlatan «kat ender kat» matla'lı * gazel yazıvermiş, mutasarrıfın beyenisine erişmişti. Hatta kadı efendi; «Aziz, sen dev­rin Fuzulî'sisin!» diyerek onu gözlerinden öpmüştü.

Şimdiki müdür ne gazelden anlıyordu, ne de ra­kıdan... Nereden de buraya gelmiş, herkesin başına dert kesilmişti? Aradan iki ay geçtiği halde, bugüne dek şeftali bahçelerinin akşamcılığına onu götürememişlerdi. Kafasına zevk eğlence düşüncesi sokamıyorlardı. Muhasebeci boş yere yirmi iki grado şeftali ra­kısını ballandırıyor, Evkaf memuru arasıra evine aşırdığı Havva kuzularını boşuna övüyordu. 

Bir gün muhasebeci dayattı, hatırını kırarsa gü­cenecekti, pek geç kalmazlar, onu rahatsız etmezler­di; şöyle bir kır gezintisi yapacaklardı. Kadı, Evkaf memuru, Posta müdürü, dört, beş kişi, kalabalık de­ğil... Artık büsbütün kabalık olur diye Agâh Bey korktu, «Peki» dedi. Kasabada kimsesizlikten, işsizlik­ten de boğuluyordu. Bir defa eğlenip şu âlemi gör­mesi elbette uygun olurdu, belki de eğlenirdi; doğa güzelliğine bu kadar çekingen durmak saçmaydı... 

İkindi üzeri merkeplere bindiler, rahvan yürüyüş­lü, yumuşak palanlı rahat hayvanlardı; kendilerine özgü, ufak ufak adımlarla, çabuk, çabuk ve düzenli salıntılarile tuhaf bir yürüyüşleri vardı. Agâh Bey hoşlandı. İlle şeftali bahçelerinin arasına girip de toz­dan, güneşten kurtuldukları zaman yosun gibi ko­yu yeşil, yarı ıslak yoncalar ve su sesi büsbütün key­fine gitti. İğdeler, böğürtlenlerle örtülü iki yüksek çit arasından dolana dolana uzun bir yol gittiler. Şeftalilerin kokusu sinirlerini gevşetmişti. Eğile kalka meyva devşiren kızlara şimdi tuhaf, istekli bir göz­le bakıyordu. Arasıra elleri bohçalı, yüzleri terli takım takım kadınlara rasgeliyorlardı. Bunlar ırmaktan dö­nüyorlardı. Memleketin geleneğiydi; yazın hepsi açık­ta dereye girerler, oynaşa haykırışa uzun uzun yı­kanırlardı. Ne de iri kalçalı, endamlı kadınlardı... Yüreğe fazla bir sıcak gibi, çarpıntılar getiren sancı, istekli bakışları da vardı...

(*) Kaside veya gazelin ilk beyiti.

Muhasebeci Bey, pembeye yakın bulanık renkli bir cins şeftali rakısına düşkündü; «Bakalım benim âbı hayatı* nasıl bulacaksınız?» diye kadehi uzattı: Agâh Bey içti; biraz buruk ama baygın kokulu, de­ğişik tadlı, hoş bir içkiydi. Ötede kalem efendileri ra­kı sofrasını kurmak, mezeleri, salataları hazırlamakla uğraşıyor; odacılar kenarda ateş yakmışlar, kebap çe­viriyorlardı. Şeftali kokusuna karışan bu pişmiş et ko­kusu akşamın serinliği içinde insana keyifli bir iş­tah veriyordu; sürekli içiyorlar, üzerlerine yoğurt dö­külmüş sıcak patlıcan kızartmalarından, taratorlu se­mizotu salatalarından kaşık kaşık yiyorlardı. 
(*) Hayat suyu. İçki (rakı) anlamına.

Tâ geç vakit döndüler; dağların ardından yansı kopuk kırmızı bir ay karanlığı yararak hüzünlü hü­zünlü yükseliyordu; arka kafilede biri «Tahammül mülkünü yıktın Hülâgû Han mısın kâfir» diye hay­kırırken daha uzaklardan, Boğaziçi'nin durgun gece­lerinde suları döven bir uskur sesi gibi davulun güm­bürtüsü vakit vakit duyuluyordu. Agâh Bey, yarı ke­yifli, onu evine kadar getirdiler. Hemen soyundu, yat­tı. Her gecekine benzemeyen bu kurşun gibi ağır uyku, beynin değil, midenin, vücudun yorgunluğunu dinlendiren bu kaba uyku ne hoştu... 

Ertesi günü cuma * idi. Erkenden arkadaşları ha­ber gönderdiler, ırmağa, yıkanmaya gideceklerdi. Dö­nüşte değirmende öğle yemeği yiyecekler, akşam ra­kısını Mutasarrıfın yeni yaptırdığı havuz başında içe­ceklerdi. 

(*) Cuma. O devirde hafta tatili. 

Gitmemek istedi. Fakat bu gübreli, tozlu kasaba­da tek başına uzun bir gün nasıl geçerdi? Hem de ırmağa kadar inmemişti. Yıkanmasa bile bir kere görmek gerek değil miydi? Merkeplere atladılar, şef­tali bahçelerinden geçtikten sonra tımar görmemiş, sık gür bir ayvalığa daldılar. 

Suyun iki tarafında da dalların örgülerle çevrilip gölgeleriyle kuytulaşmış birçok ufak havuzlar vardı. Yüksekten dökülen su, buraları oymuş, derinleştir­miş, sanki yıkanması kolay olsun diye özenip hazır­lamıştı. Agâh Bey yıkanmak fikrinde değildi. Bir sü­re yalnız seyretti. Fakat baktı ki bu hiç de fena bir iş değildi; akşamki ispirto ile zehirlenmiş şu sıcak terli vücudu serin sudan elbette keyif duyacak, fay­da görecekti. Ona ince kumlu, kapanık, derin bir ha­vuz buldular, sere serpe, zevkli zevkli yıkandı. 

Şimdi dönerlerken, açılıp rahatlamış olan deri­sinden bu güzel kokulu hava kolayca giriyor, sanki kanına bile hoş kokular katıyor, ciğerlerini şeftalili, serin, eşi bulunmaz bir hava dolduruyordu. 

Değirmende, daha sabahtan gönderilip hazırlanan yağlı bir oğlak çevirmesini tam kıvamında buldular. Daha beş on türlü yemek yaptırılmıştı. O kadar yemişlerdi ki yola çıkmaya güçleri kalmamıştı. Dere kenarında, dalları sarkık koca söğütlerin altında bi­rer birer serilip uyudular. 

Mutasarrıfın evinde gece, daha kibarca, daha za­rifçe geçmişti. Rakı billur sürahilerle kesme kadeh­lerden sunuluyor, balık yumurtası, siyah havyar gi­bi Anadolu için seçme mezeler yeniliyordu, izinle li­vaya* gelen bir malmüdürü güzel keman çalmış, bir tapu memuru da İstanbul'daki Mahmutpaşa çarşısı­nın kusursuz bir taklidini yapmıştı. Çok eğlenmiş­lerdi. 

(*) İlçe ile il arası eski bir idare bölümü. Mutasarrıflık. 

Agâh şimdi hemen her eğlentiye giriyordu. So­nunda ona, kendisi için bir merkep alması gerektiğini söylediler. Köylerle, pazarlara adamlar gönderildi. İri boylu, sağlam yürüyüşlü, rahat bir eşek buldurul­du, bir de kadifeli, mor püsküllü, şeritli, saçaklı yeni palan yaptırıldı. Akşamları, Yazıişleri Müdürünün de merkebi öbürleriyle artık hükümet konağının iç av­lusunda sıralanıyordu. 

Öneriler, kararlar çoktan boşlanmıştı. Aslında çalışmıya, kendisini dinlemeğe vakti kalmıyordu. Ağus­tos içinde av başladı, erkenden kalkıp bağlara yayı­lıyorlar, çil keklik vuruyorlardı. Bütün kasaba, me­murlarının zevkine hizmetle görevliydi... Günlerce uzak köylerden jandarmalar, şöhretli zağarlar geti­riyorlar, kış için tavşan avına tazılar peyliyorlardı. Bu kusursuz bir damat yaşantısıydı. 

Eğlence toplantılarında bir kenara çekilip kahve fincanıyle yarı gizli rakı atıştıran Ceza Reisi, Agâh'ı zorluyor, «Seni evlendirelim oğlum, bu memlekette bekâr durulmaz!» diyordu. Sahi, bu güç işti. İçin için eridiğini, zorluk çektiğini o da duyuyordu. 

Karanlık bir gecede, Evkaf memuru onu arka kapıdan evinin zemin katında basık bir odaya soktu, içeride iki kadın vardı, ikisi de ün kazanmış, gü­zel, dolgun kadınlardı, erkeğe alışkın görgülü tavır­la sigara içiyorlar, uzun bir memur kuşağına böyle ya­rı gizli hizmet etmekten şiveleri nazikleşmiş, ince bir dille rahat, rahat konuşuyorlardı. 

Biri esmer, uzun boylu, endamlıydı; göğsü dar yeleğinin altında genç, gürbüz duruyor, insana dalgın, tatlı gözlerle derin derin bakıyordu. Öbürü sarışın, büsbütün iri, gösterişliydi. Uzun saçlarını elli altmış örgü yapıp sırtından aşağı, eşi bulunmaz bir atkı gibi koyuvermişti. Başlarına oyaları aynı örnek yemeni­ler bağlamışlar, üzerlerine kenarları aynı gergef iğ­nesiyle işlenmiş gömlekler giymişlerdi; ayaklarında da gül resimli çoraplar, sarı meşinden kunduralar vardı. 

Esmeri ağır başlı, tok, dolu bir sesle türküler söy­ledi, sarışını kırıla döküle, çocuksu tavırlarla oyun­lar oynadı. Agâh Bey, bu eğlentiyi umduğundan iyi bulmuştu. «Vallahi hoş, lâtif şey!» diye arkadaşına teşekkürler ediyor, öbürü, kasabaya ait açıklamalar yapıyordu. Bazan azılılar bu cins kadınların evleri önüne toplaşırlar, ağızdan dolma pis barutlu hantal tabancalar patlatarak gece yarısı mahalleyi korkuya verirlerdi. Ertesi günü jandarmalar kabahatlileri ya­kalar, koğuşta bir temiz döverlerdi; mesele de kapan­mış olurdu. 

Kış gelince gece toplulukları başlardı. Helva soh­betleri yaparlar, arasıra da o meşhur, görkemli hamamı kapatıp turşulu yemekler yerlerdi. Payitahtta (*) vilâyet merkezinde yasak olan toplantılara, eğlencele­re burada izin vardı... Herkes ucuza, kolayca eğle­nebildiğinden başkasının keyfini çok görmüyor, çe­kemezlik etmiyordu. 

(*) İstanbul.

Agâh Bey yavaş yavaş alışkınlıklarını değiştirmiş­ti. Şimdi rakısız yapamıyor, gözü önünde toprak bir imbikten halis cibre çektiriyordu. Kadınsız da dura­mamıştı, sık sık arka kapıdan eve ziyaretçiler girer­di. Entari ile püfür püfür, rahat rahat gezmeğe vü­cudu alışmıştı; eve gelir gelmez soyunuyor, bahçe üs­tündeki odaya nargilesini kurup köşeye geçiyordu. Gelsin sohbet... Kabarık şilteli rahat köşe minderle­rinin, yan yastıklarının, arasında vücudu gevşiyor; gitgide genişliyordu. 

Çalışmağa gönlünde hiç de istek kalmamıştı. Hat­tâ Kadı Efendi ile satranç oynamak, fıskiyeli kah­vede muhasebeci beyle tavla atmak gibi eğlenceler onu çoğunlukla dışarda alıkoyuyor, daireye gitme­sine engel oluyordu. Kış, aslında Akdeniz sırtındaki bu memlekette sonbahar gibi hafif geçerdi. Biraz rüz­gâr soğukça esse tavan boyu ocaklara kuru zeytin kütükleri atıyorlar, hindiler doldurarak, kazlar kızar­tarak kışın da zevkini çıkarıyorlardı. Bu gamsız, ge­niş ömür yüreğinin ateşini söndürmüştü. Şimdi ge­çen günlerdeki hizmet, imar, yeni düzenlemeler gibi fikirlerini hatırladıkça nargilesini gürleterek gülüm­süyor, arkadaşlarına kendini mazur göstermek için:
— Toyluk, ne yaparsın?.. 
Diyordu... 
Aslında ikinci yaz gelmişti. Sinirleri gevşeten olgun bir meyva kokusu sıcak rüzgârlara karışarak pencereden odaya doluyor, herkesi göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali bahçelerine çağırıyordu. Daha geçen yıl dar redingotu sırtında; uyuşukluk üzeri­ne nutuklar veren Agâh Bey şimdi bu hoş kokulu havayı ciğerlerine kadar derin derin çektikten sonra yenleri sıvalı bol entarisi içinde rahat rahat geriniyor, yeni atılmış minderin üzerine yaslanıp: 
— Gel keyfim gel!.. 
Diye söyleniyordu. 

Feneryolu, 1919


Refik Halid Karay, Memleket Hikâyeleri, 10. basım, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, s. 37-48


26 Ağustos 2011 Cuma

Makber - Abdülhak Hamit Tarhan


Eyvâh ne yer ne yâr kaldı
Gönlüm dolu âh u zâr kaldı
Şimdi buradaydı gitti elden
Gitti ebede gelip ezelden
Ben gittim o haksâr kaldı
Bir köşede tarumar kaldı
Baki o enisi dilden eyvah
Beyrutta bir mezar kaldı

Bildir bana nerde nerde Ya Rab
Kim attı beni bu derde Ya Rab
Nerde arayayım o dil rübayı
Kimden sorayım bi-nevayı
Derler ki unut o aşnayı
Gitti tutarak reh-i bekayı

Sığsın mı hayale bu hakikat
Görsün mü gözüm bu macerayı?
Sür'atle nasıl da değişti halim
Almaz bunu havsalam hayalim.

Çık Fatıma! lahteden kıyam et
Yanımdaki haline devam et
Ketn etme bu razı şöyle bir söz
Ben isterim ah öyle bir söz
Güller gibi meyl-i ibtisam et
Dağı dile çare bul meram et
Bir tatlı bakışla bir gülüşle
Eyyamı hayatımı temam et

Makber mi nedir şu gördüğüm yer
Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber

Abdülhak Hamit Tarhan

23 Ağustos 2011 Salı

Güzel Aşık Cevrimizi - Pir Sultan Abdal



Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi

Yemeyenler kalır naçar
Gözlerinden kanlar saçar
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi

Bu dervişlik bir dilektir
Bilene büyük devlettir
Yensiz yakasız gömlektir
Giyemezsin demedim mi

Çıkalım meydan yerine
Erelim Ali sırrına
Can ü başı Hak yoluna
Koyamazsın demedim mi

Aşıklar kara baht(ı) olur
Hakk'ın katında kutl'olur
Muhabbet baldan tatl'olur
Yiyemezsin demedim mi

Pir Sultan Abdal Şahımız
Hakk'a ulaşır rahımız
On İk'imam katarımız
Uyamazsın demedim mi

Pir Sultan Abdal

İlahi beste: Hüseyin Sebilci Baba

İlahiyi Ahmet Özhan'dan dinleyebilirsiniz:




20 Ağustos 2011 Cumartesi

Üryan Geldim Gene Üryan Giderim - Karacaoğlan

Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var

Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-i mahşerde divan dururlar
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var

Er isen erliğin meydana getir
Kadir Mevlâ'm noksanımı sen yetir
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var

Karac'oğlan der ki ismim öğerler
Ağı oldu yediğimiz şekerler
Güzel sever diye isnad ederler
Benim Hakk'dan özge sevdiğim mi var

Karacaoğlan

Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri - Dadaloğlu

Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir

Belimizde kılıcımız Kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın, dağlar bizimdir

Dadaloğlu'm birgün kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koçyiğitler yere serilir
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir

Dadaloğlu

Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri Türküsünü Muharrem Ertaş'tan dinleyin:


18 Ağustos 2011 Perşembe

Terkîb-i Bend - Ziya Paşa

İkbâl için ahbâbı siâyet yeni çıktı
Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı


(Yükselmek, iyi bir mevkiye gelmek için dostlarını çekiştirmek yeni çıktı, önceleri bu beceriksizliği bilmezdik, bu da yeni çıktı)

Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı


(Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda haline geldi, namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı)

Düşmanlara ahbâbını zemm oldu zerafet
Dildardan ağyâra şikâyet yeni çıktı


(Düşmanlara dostları yermek bir incelik oldu; başkalarına gönül dostlarından şikayet yeni çıktı)

Sâdıkları tahkîr ile red kaide oldu
Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı

(Sâdık kişileri aşağılama, reddetme benimsenir oldu; hırsızlara ikram ve yardım yeni çıktı)

Hak söyleyen evvel dahi menfûr idi gerçi
Hainlere amma ki riayet yeni çıktı


(Her ne kadar doğruyu söyleyenler de önceleri nefretle karşılanmışsa da ancak hainlere uyma yeni çıktı)

Evrak ile ilân olunur cümle nizâmât
Elfâz ile terfîh-i ra'iyyet yeni çıktı


(Bütün düzenlemeler bazı kâğıtlar ile ilan olunur, söz ile halkın refaha eriştirilmesi ise yeni çıktı)

Âciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi
Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı


(Güçsüz olanın en belirgin hakkı saklı tutulur, himaye görenleri her yerde korumak yeni çıktı)

İsnâd-ı ta'assub olunur merd-i gayûra
Dinsizlere tevcîh-i reviyyet yeni çıktı

(Gayretli kişiler taassubla suçlanırken dinsizlere özgü derin düşünce yeni çıktı)

İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki
Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı


(Devletin yükselmesine engel olan İslamiyet imiş, önceleri yoktu, bu rivayet yeni çıktı)

Milliyyeti nisyan ederek her işimizde
Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı


(Her işimizde millî benliğimizi unutarak Batı düşüncesine körü körüne bağlılık yeni çıktı)

Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık
Zîra ki ziyan ortada bilmem ne kazandık


(Eyvah bu oyunda bizler yine yandık, çünkü zarar ortada bu konuda bilmem biz ne kazandık).

Ziya Paşa

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Lügatçe - Mehmet Hanifi Sarıyıldız

Merdivene SÜLLÜM, kol altı BÖĞRÜM,
HORALI Sözlere SOR derler bizde, 
Yufkaya sarılan peynire durum, 
Yağlı çökeliğe LOR derler bizde.

Kıl keçiye DAVAR, oğlağa MECİK, 
Tavuk civcivi ve serçeye CÜCÜK, 
Ufacığa GÜCCÜK, kısaya GÜDÜK, 
Deli dolu ata TOR derler bizde.

Duvara oyulmuş rafa TAĞ derler, 
Bulgur aşı ile BORANI yerler, 
Çiğ köfte yanında ayran isterler, 
Ayaza sofrayı kur derler bizde.

İnişli yokuşlu yerlere BAYIR, 
Otlakta toplanan sürüye NAHIR, 
Bizde de söylenir çimene çayır, 
Bakımsız tarlaya BOR derler bizde

Çok iyiye OVV, güzel şeye PEH, 
Üzümün çürümüş olanına TEH, 
Kocamana ABOVV, birazcığa EHH, 
Gönlü yoksa yerim dar derler bizde.









Dam ucuna SUYUK, kediye PÜSÜK, 
İriye BÖSBÖYÜK, tepeye HÖYÜK, 
Ne yapak yerine NOTİYOK derik, 
Sara illetine ÇOR derler bizde.

Gömleğe de MİLTAN, paltoya KAPUT, 
Ceket ise SAHO, bez ise ÇAPUT, 
Gız evine giden koç, TOHUMGAVUT, 
Aşığı Bağdat'tan sor derler bizde.

Gunduraya POTİN, postala EDİK, 
Topça DEVEME, böceğe BOCUK, 
Yontulmamış cahil adama HÖDÜK, 
Semeri sırtına ver derler bizde

Anamın Başına bağladığı ŞEŞ, 
Eşgi ve tatlımsı meyvaya MAYHOŞ, 
Abdurrahman veya Apti'ye APIŞ, 
Zengini fakirden sor derler bizde.

Havluya MARHAMA, nâline HAPAP, 
Bazen toprak deriz bazense türap, 
Tımar edilmemiş bağ ise HARAP, 
Uçurumlara da YAR derler bizde.

Bir yerin en yüksek yerine DİNGİL, 
Omuzlarla başın arası ÇİNGİL, 
Yabani darının adıysa GİLGİL, 
Yarayı şevkatle sar derler bizde.

Geçen yıla BILDIR, sabaha GUŞLUK, 
Emretmeğe 'yumuş verme' diyorduk, 
Yıllarca hep böyle gonuşduk durduk, 
Haya ve edebe ar derler bizde.

Bacaya PUHARİ, mısıra darı, 
Genç kadına taze, yaşlıya garı, 
Herhal böyle derler aşaa yukarı, 
Düven(dükkan) deki rafa TAR derler bizde.

Yüzün yanı DULUK, çehreyse SUFAT, 
Çingeneye APTAL, takıya PUSAT, 
Alış veriş azsa işler çok KESAT, 
Rüyayı hayra yor derler bizde.

Cömert olmayana aman ne PAHIL, 
İhtiyara GOCA, gençlere CAHİL, 
Bilir, yaşta değil baştadır akıl, 
Akıl ermeyene sır derler bizde.

Odunun girilmiş parçası GAMGA, 
Yontulan gısımlar YONTMUK ve YONGA, 
Üzüm asmasının gövdesi OMCA, 
Dalın SERPENE'ye sar derler bizde.

Cevize GÖZ derik, sokağa GEDİK. 
Ve eriğe İNCAZ, kayısıya ERİK. 
Yavrusuna PALAZ kekliğe FERİK, 
Cennetten bir meyve, nar derler bizde.

Amca ise EMMİ, halaysa BİBİ, 
Gök boşansa derler 'delindi dibi', 
Gız anadan beller sofra sermeyi, 
TAHRANA'yı ince ser derler bizde.

Entariye fistan, kilota TUMAN, 
Maraş'lıdır özüm namım KAHRAMAN, 
Şiirde mahlasım ise DOSTOZAN, 
Daha nice laflar var derler bizde.

Mehmet Hanifi Sarıyıldız 

12 Ağustos 2011 Cuma

Kültürden Gaye - Necip Fazıl Kısakürek - Deneme

Necip Fazıl Kısakürek (1905-1983)
Bizde hemen bütün okur yazarlar vehmeder ki, kültür sade­ce bilgidir. Bilgi ne demek? İnsan kafasının her gün ve her şu­bede meçhuller âleminden fethedip çerçeveleştirdiği şeyleri baş­tanbaşa bilmeğe imkân mı var? O hâlde kültürlü olmak kabil de­ğil. Buna mukabil herkes kendi meslek ve faaliyetine göre hususî bir şey bilir. Öyleyse kültürsüz olmanın yolu yok. Hâlbuki kültürlü ve kültürsüz adam diye hakikatte iki zıt tip var. Ya bun­lar arasındaki fark? 

Kültür, sahibinde fikir bünyesi hâline gelmiş bilgidir. Gıda­nın, döne dolaşa damarlarımızda kan hâline gelişi gibi. Kimse bize kilerindeki erzakı gösterip o mikyasta kan sahibi olduğunu iddia edemez. Kimse de ansiklopedi ezberlemekle kültürlü ol­maz. Kültür, bilgi sahibi olmak değil, bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevi âlimidir. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevi mâliki. Bütün bilgilerin kaynağı idrak çilesini çekmiş ve bir dünya gö­rüşüne varmış her insan kültürlüdür. Bunun içindir ki üniversi­telerde ve bilhassa mücerret ilim fakültelerinde talebe, bir şeyi öğrenmekten ziyade nasıl öğrenileceğini öğrenir. Üniversite, öğrenme metotlarını öğreten ocak. 

Bir şeyi bilmek hüneriyle elmas takma sanatı arasında ince bir yakınlık var. Elmas, mahfazasını zengin etmez. Onunla çiz­gilerini ifade eden vücudu kıymetlendirir. Bu yüzden, Karaman­lı bakkalın pırlantaya boğulmuş parmaklan gibi, kültüre sadece ve kabaca mahfazalık etmek, üstelik servet cakası yapmak haki­kî kültürsüzlüktür. Kültürden gaye, en sade ve en zarif kılık için­de bizzat mücevher olmaktır. 

(3 Haziran 1939)

Güzel Yazılar DENEMELER, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, S. 151-152

Şiirsiz Dünya Hayali - Peyami SAFA - Deneme

Peyami SAFA (1899-1961)
Victor Hugo XIX. asrın müspet zihniyeti içinde şiirin istik­bâli olmadığını iddia edenlere ağır bir cevap vermiştir. Bugüne kadar şair haklıdır. Şiir sağdır. Fakat teknik o kadar ileri gitmek­tedir ki, bütün güzel sanatları, hatta manevî ilimlerin ve felsefe­nin hayatını tehlikede görenlere rastlanıyor. Beş yüz sene sonra, renkli fotoğraf o kadar mükemmelleşecektir ki, torunlarımız, bi­zim zamanımızda ressam denilen sabırlı mahlûkların bir model karşısında saatlerce, bazen günlerce ve aylarca uğraşmalarını merhametle karşılayacaklardır. Teknik bilgilerimize hiçbir şey ilâve etmeyen ve bize lüzumsuz hayaller veren şiir ve müzik gi­bi sanatları da geri çağların boşuna ruh çırpınışları sayacaklar­dır. Sinemanın harikaları yanında tiyatro da çocukların kukla oyunu gibi iptidaî bir sahtelik sanatı hâlinde kalacaktır. 

Güzel sanatların ölümü estetiğin, psikolojinin ve felsefenin de hayatını tehlikeye sokacaktır. Baştan başa maddeye bağlı bir değerler sistemi içinde ahlâkın uğrayacağı inkılâp, dostluğu bir alış veriş, aşkı bir cinsî ticaret, aileyi -kalırsa- bir şirket hâline sokacak, bütün hayır ve fazilet duygularını, merhamet ve şefka­ti ortadan kaldıracaktır. 

* * * 

Dünyamızın böyle bir geleceğe doğru yöneldiği korkusunun veya ümidinin değeri var mıdır? 

Sırf tabiat ve madde plânına irca edilmiş bir insan hayatı bir hayvan hayatı olur. Aradaki fark, hayvanın tabiî şevki (iç güdü­sü) yerine tekniğin kaim olmasıdır. O zaman insanı "teknik bir hayvan" diye tarif etmek lâzım gelecektir. 

* * 

İnsan daha demir devrinde iken silâhının kabzasına kuş ve çiçek resimleri kazıyordu. Bu süs faydasızdı. Silâhın atım ve isabet gücünü artırmıyordu. Ancak silâhı atanın manevî gücüne bir şey kattığı için süsün faydalı olduğu söylenebilir. Fakat bu faydanın şartı insanın güzellikten zevk almasıdır. Yani güzellik duygusu faydadan önce gelmektedir. İnsanı hayvandan ayıran fark da budur. İnsanın ilkel davranışlarında da faydayı aşan bir idealin hâkimiyeti göze çarpıyor. Güzelliğe karşı bu meyil za­manımıza kadar, en büyük sanatları yaratarak devam etmiştir. Bugün en maddî ihtiyaçlara cevap veren endüstri mamullerinde bile kendine göre bir zarafet arıyoruz. Estetik duygu maddî ha­yatımızın her parçasında saltanat sürmektedir. Suyu bile zarif bir bardaktan içmeyi tercih ediyoruz. Güzelliğinden tecrit edil­miş bir dünyada insanın yaşama ve yaratma zevkini kaybedece­ği, bu yüzden teknik icatlardan âciz kalacağı muhakkaktır. Çün­kü bu icatlar da hayale muhtaçtırlar. İnsan muhayyilesini kuru­tan bir teknik bindiği dalı kesmeye mahkûm demektir. 

Şiirsiz, musiksiz, resimsiz, ahlâksız, felsefesiz bir dünyada teknik de mümkün değildir. Kültürsüz bir teknik hayali peşinde koşanlar, robotların da bir kültür mahsulü olduğunu unutuyor­lar. En zeki hesap makinesi, onu işleten bir insandan mahrum kaldıkça en basit hesabı yapamayacaktır. 

Türk Düşüncesi, 1957 

Güzel Yazılar DENEMELER, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, S. 83-84

Lüfer, hamsi, kalkan / daralıyor zaman...

Lüfer, hamsi, kalkan / daralıyor zaman...: "“Seninki kaç santim?” kampanyası yarım milyon insanın desteğiyle devam ediyor. Denizlerimizin ve balıkların geleceği için, iş işten geçmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Biz Nasıl Şiir İsteriz? - Yahya Kemal BEYATLI - Deneme

Yahya Kemal BEYATLI (1884-1958)
Çok nadir bir mevzu üzerinde bir tetkikte bulunmak isterdim. Ancak bu mevzuu, edebiyatın hurda neşriyatına meraklı olup birçok gazete ve mecmuada makalelerini toplamış olanlar benden iyi ifa ederler; bunun'çün bu arzumu yerine getiremeyeceğim. Ancak bu mevzuun yakasını açmakla iktifa edeceğim.
Bu nadir mevzu nedir? Önce onu söyleyeyim. Yirmi seneden beri bizde çok yeni, çok meraklı bir dâiye kendini gösterdi. Millete yol göstermek isteğiyle malûl olan birçok irfan adamları ve bunların arasında ekseriya yeni kanatlanan gençler, zaman zaman, "Biz nasıl bir şiir isteriz?" müddeasıyla hayli yazılar neşrettiler. "Bizim devrimizin şiiri ne cins bir şiirdi?" İleride bu bir mevzu olursa, "Bizim devrimizde birçok rehberler nasıl bir şiir istiyorlardı?" Bu da bir mevzudur. Hem de devrimizin hale-tiruhiyesinden meraklı bir köşeyi gösterecek bir mevzudur, fikrindeyim.
Alafranga Türklerden evvelkiler: "Nasıl bir şiir isteriz" gibi bir arzuyu ifade etmemişlerdi. Yani, daha bariz bir tarifle, milletin şiirini kendi fikirlerine göre bir inhisar kaydı altına almak müddeasında bulunmamışlardı. "Kudema"nın şiirde en bâlâper-vâzâne iddiaları ancak kendi şiirlerinin yeni veyahut bambaşka bir cevher olduğu sadedine kadar giderdi. "Şiir nedir ve nasıl olmalıdır?" iddiası alafranga Türklerin şiirin başına geçmeleriyle başladı. Recâîzâde Ekrem Bey'in: "Bu da bir şi'r-i muhzin-î dîğer...", "Bu da bir şi'r-i eltaf-î dîğer...", "Bu da bir şi'r-i müthiş-î dîğer..." nakaratlı mısralarıyla kâh sonbahar yapraklarının kâh bir kızın bahçede hırâmını, kâh şimşeklerin çakmasını birer şiir olarak tavsif ettiği maruf menzume, bu vadide aldığımız ilk edebiyat dersi idi. Yani şiirin yalnız vezinden ve kafiyeden ibaret bir şey değil, çok ve çok daha geniş olduğunu öğrenmeğe başlıyorduk. Yol açılmıştı. Kaarilerin eski itaati gevşemeğe yüz tutmuştu. Ufuklar genişledikçe genişleyecekti. Şiirin görülen ve görülmeyen kâinattan daha hudutsuz bir şey olduğunu anlayacaktık. Mamafih Recâîzâde'den sonra Tevfik Fikret gibi inzibat şiarlı bir şairin toplayıcı kudretiyle bir müddet söz büsbütün ayağa düşmedi. Edebiyat-ı Cedîde, idrak ettiğimiz yeniliklerin en müfriti olduğu hâlde, yine kendi dairesinde, derli toplu bir manzaraydı. Bu manzara, cazibesiyle, "Nasıl bir şiir isteriz?" diyen deryadil nazariyecilerin zuhuruna bir müddüt mani oldu.
Lâkin Meşrutiyet'ten sonra, bir şair zümresini ve yeni bir çığırı demirden elinde tutan bir baş zuhur etmediğinden benlik taşkınlığından başka bir kudreti olmayan teferrüt coşkunları şiirin mutlak tariflerini ortaya sürdüler. Gelip geçici dahilerin, biribirinin ayağını kaydırarak teselsül ettiklerini gördük. Lâkin, bunların arkasından, hemen, daha vahim bir takım türedi. Bu takımdaki müddeiler, evvelkiler gibi, şiirle alâkadar da değildiler; şiiri söylediklerinden veyahut anladıklarından değil, şiiri cemiyyet-i beşeriyeye en nafi ve uygun bir kıymete talep eden rehberlerdi.
Bunlar (a) ben "bir takım" dedim; çünkü zihince mahiyetleri aynıdır. Lâkin bu takımın müteaddit mezheplerde olduğunu söylemek hakşinaslık olur; bunların kimi azgın milliyetperverdi. Kimi de aksine olarak, beşeriyetçi idi; kimi ne o ve ne bu, yalnız şiirin ziyan olmaması için insanlara nafi şeyleri öğretecek bir vasıta olmasını isteyen, ciddî, hayırperver zevattandı. Bu son zeminde en ziyade nesayihde bulunmuş olan "İkdam" müdürü Ah-med Cevdet Beyin tarif ettiği şiire bir şekil vererek, Refik Hâlid hayli muvaffak bir nesir neşretmişti. Müddeaları malûm mesleklere tevafuk eden bunlardan sonra yeni felsefenin neticelerine göre yepyeni bir şiir isteyenler geliyordu. Bunlar ekseriya gençlerdendi. Bir kısmı İstanbul Darülfünûnu'nun felsefe şubesinden coşmuştular. Bir kısmı da Almanya'dan, Almanya'da iktisat ve felsefe karışık tahsillerden cûş ü hurûş ederek çok öfkeli, demir gibi sert ve uğultulu bir hiddetten başka hiçbir mana ifade etmeyen bir lisan kullanıyorlardı.
Yahya Kemal BEYATLI (1884-1958)
Bu lisan büyük babalarımızın bir vakit Fransa'dan dönen alafranga gençler ağzından, gülümseyerek işittikleri hoppa bir küstahlık kıratında değildi; bilâkis insanın kafasına sersemletici bir darbe gibi geliyordu. Alman Dârülfünûn'larının bu şeydala-rı, yalnız bizim değil, bütün Avrupa'nın pıhtılaşmış bir unsur olduğunu, dirilmek, kalkmak, atılmak ihtiyaçlarını haber veriyorlardı, bu son zümrenin şiiri tarifi mitralyöz ateşi gibi şiddetli geldiğinden kafalara ancak biraz sersemlik verebildi; her nedense değerleri kadar olsun kuvvetli bir tesir bırakmadı.
"Biz nasıl bir şiir isteriz?" diyenlerden birçoğu ile görüştüm; şiirle uğraşmak gibi bir iptilâm yüzünden bu rehberlerin sert sadmelerine uğradığım da oldu. Fikirlerini hususî ıstılahlarla hayli izah ettikten sonra, yumruklarını asabî bir hareketle sıkarak ve yüzüme bakarak: "Biz nasıl bir şiir isteriz? Anlatabiliyor muyum?" diyen bir gence dedim ki: "Sizin istediğiniz şiiri ben söylersem ve siz dinlerseniz mükemmel bir şey olmaz. O şiiri benden ve herkesten iyi siz söyleyebilirsiniz, ben ve benim gibiler de dinler ve mehmâ-emken anlamağa çalışır. Biz anlamazsak elbette anlayanlar bulunur, siz de bir cemaatin başı olursunuz. Ben ancak benim duyduğum bir şiir varsa ve o şiiri de söyleye-biliyorsam insanların nazarında bir değirim vardır. Zannediyorum ki şairi telâkki etmek bahsinde esaslı bir hatanız sizi beyhude asabîleştiriyor. Bir milletin içinde şairliği mukadder olan insanlar zuhur ederler ve o insanlar, şayet delâlette iseler yeni yeni hakikatlerden haberdar olunurlar ve doğru yola girerler, böylece o millette şiir işi düzelir, gibi çetin bir itikadınız var. Müsaadenizle söyleyeyim ki bu itikat doğru değildir. Musikiden mütelezziz olanların bir saz takımına falan parçayı çalmasını emretmeleri mümkündür, lâkin musiki parçalarını vücuda getiren bestekâra bu emri vermeleri tabiatın kanununa mugaayirdir. Hayatta musikiyi bestekârlar sevk eder ve dinleyenler sevk olunurlar. Bu fikirdeyim ki: Şiirimiz olmadığını söyleyen ve nasıl bir şiir istediğimizi bilen siz ve diğer rehberler bu şiirleri söyledikleri saatten sonra bu bahis kapanır, çünkü yeni bir şiirimiz olur. Şiirin yepyeni bir telâkkisini ortaya sürdükten sonra tahakkuk ettirilmiş şekillerini de göstererek birer çığır açmış insanlar Avrupa milletlerinde zuhur ettiler. Stéphane Mallermé, şiir şiir olalı, en yakası açılmamış bir telâkkiyi getirmişti. Muvaffak da oldu. Çığırı hâlâ yalnız Fransa'da değil, birçok Avrupa milletleri arasında bazı zümrelerin güttükleri bir çığırdır, İngiltere'de Préraphaeliste'ler de bu nevidendirler. Lâkin misallerle sizi yormayayım. Asıl fikrimi mütereddit bırakan noktaya geleyim: Mallermé kapalı, müphem, akim, daha fazla musikiye sapıtmış, hâsılı her ne olursa olsun, meziyet veyahut nakısa telâkki olunan bütün evsafiyle beraber muhakkak ki şairdi, yani şair cinsinden di. Demek istiyorum ki benî-beşer arasında, ister şiire, ister başka bir şeye rehberlik etmek ancak o' şeyin cinsinden olmağa mütevakkıftır. Dikkat ediniz; görürsünüz ki cihana gelmiş olan bütün peygamberler hepsi peygamber cinsindendirler. Bütün fevkalâde serdarlar asker cinsinden yetişmedirler; bütün mucitler icatlarının nevilerine hilkaten mensupturlar. Coğrafyayı, Christophe Colomb'dan yüz derece daha iyi bilen lâkin gemici olmayan bir âlimin Amerika'yı keşfedemeyeceği de ikinci bir bahis olarak gelir. Yani bütün ulûm-ı diniyyeyi hatmetmiş bir mutasavvıfın ümmî olan Muhammed gibi, yahut da ondan farksız derecede tahsilsiz olan İsa gibi peygamber olmayacağı, yahut da ulûm-ı askeriyyede asrının ferîdi olan âlim bir askerin İsveç Kralı XII. Charles veyahut da Yavuz Sultan Selim gibi ordular sevk edemeyeceği meselesini ikinci ve katmerli bir bahis olarak tetkik etmeniz lüzumu da varittir."
Bu cevaptaki mülâhazaları bir yana bıraktıktan sonra mantık ve muhakeme usulünü de terk ederek, bu bahsi bir de iyi şiir vermiş devirlerin müşahedesiyle tenvir etmek doğru olur. Yunan, Roma, Arap, Müslüman İran, İtalyan Rönesansı, Kraliçe Elizabeth devri, İspanyol edebiyatının inkişafı devri, On dördüncü Louis devri, Alman uyanışı, hâsılı şiirin en yüksek bir kıratta tecelli etmiş olduğu bu zemin ve zamanlarda hiç şaşmayan bir farika nazar-ı dikkate çarpıyor. Bu farika şudur: En büyük eserleri vermiş olan devirler -ne kadar gariptir ki- inkıyat devirleridir.

Yahya Kemal BEYATLI

Güzel Yazılar DENEMELER, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, S. 15-19

5 Ağustos 2011 Cuma

Gece Bir Neticedir - Cahit Sıtkı Tarancı


Renkler çekildi işte simsiyah bir saraya
Birbirine müsavi artık her şey: Gecedir.


Geldi minarelerle kuyular bir hizaya;
Ya her şey dev gibidir, yahut her şey cücedir.


Bir sular hücumudur ansızın hafızaya
Bu, başlayan, belki de biten bir işkencedir. 


Kafalar ayna gibi şimdi bir muammaya
Bu, içinden çıkılmaz bir müthiş bilmecedir. 


Korku bir kokudur ki karışmış bu havaya,
Ve sükut bir çığ gibi büyüyen düşüncedir.


Şimdi her kımıldanış usulca, sessizcedir.
Bir torba tutmuş gibi boşlukta bir el güya 


Gülen, ağlayan başlar düştü aynı torbaya,
Gece bir sebep değil belki bir neticedir.


Cahit Sıtkı Tarancı

Hakim Beğ - Abdurrahim Karakoç

Gene tehir etme üç ay öteye
Bu dava dedemden kaldı hâkim beğ.
Otuz yıl da babam düştü ardına
Siz sağ olun, o da öldü hâkim beğ.

Kırk yıl önce; yani babam ölünce
Kadılıklar hâkimliğe dönünce
Mirasçılar tarla, takım bölünce
İrezillik beni buldu hâkim beğ.

Yaşım yetmiş iki, usandım gel-git
Bini buldu burda yediğim zılgıt
Eğer diyeceksen: 'bana ne, öl git!
Oğlumun bir oğlu oldu hâkim beğ.

Sekiz evlek tarla, bir geverlik su
Yüz yılda höküme bağlanmaz mı bu?
Kazanmasam da hu, kazansam da hu!
Canım ta burnuma geldi hâkim beğ.

Keşife-meşife, damgaya, harc'a
Kanımız kurudu harca da, harca..
Sayenizde avukatlar yıllarca,
Fakiri yoldu da yoldu hâkim beğ.

Mübaşir itekler, kâtip zavırlar
Değişti bizde de göya devirler
Yüz yıl önce adam yiyen gâvurlar
Tapucuyu aya saldı hâkim beğ.

Kabahat sizde mi, kanunlarda mı?
Şaşırdım billâhi yolu yordamı..
Kızma sözlerime alam kadanı
Sıkıntıdan içim doldu hâkim beğ.

Mülkün temeliydi adalet hani? ...
Bizim hak temelde saklı mı yani?
Çıkartıp ta versen kim olur mâni?
Yoksa hırsızlar mı çaldı hâkim beğ? !

Hem davacı pişman, hem de davalı..
Bu yolda tükettik çulu, çuvalı.
'Sabret makamı'ndan çalma kavalı,
Sürüler ekine daldı hâkim beğ.

Abdurrahim Karakoç

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Sen, Sen, Sen... - Yavuz Bülent Bakiler

Bir dağbaşı yalnızlığı yaşıyorum yeniden.
Dağbaşı yalnızlığı, ölümden beter.
Hiç kimse aramasa, sormasa beni,
Sen gelsen yeter.

Huzur, ellerinin güzelliğidir.
Gözlerin karşımda bir mutluluk denizi.
Her sabah, soframızda ekmeğimizi
Sen bölsen yeter.

Yüreğim seninle yaylalar kadar serin
Ne bir çizgi hasret, ne bir nokta gam
Yayla dumanı gibi gözlerime her akşam
Sen dolsan yeter.

Bende çaresizlik sonsuz, kördüğüm.
Bende sabır, sende naz.
Gündüzünden vazgeçtim, düşümde biraz
Bir yüz görümlüğü sen olsan yeter.

Duymasa da hiç kimse şâir gönlümün,
Sende karar kıldığını...
Ve içimin şerha şerha yarıldığını,
Sen bilsen yeter.

Bir gün duysan bittiğimi, tükendiğimi..
Çıkıp gelsen uzaklardan korkulu, ürkek..
Bir incecik dal gibi üzerime titreyerek,
Eğilsen yeter.

Yavuz Bülent Bakiler

Mavi maviydi gökyüzü - Ahmet Hamdi Tanpınar

Mavi maviydi gökyüzü
Bulutlar beyaz, beyazdı
Boşluğu ve üzüntüsü
İçinde ne garip yazdı...


Garip, güzel, sonra mahzun
Işıkla yağmur beraber,
Bir türkü ki gamlı, uzun,
Ve sen gülünce açan güller,


Beyaz, beyazdı bulutlar,
Gölgeler buğulu, derin;
Ah o hiç dinmeyen rüzgâr
Ve uykusu çiçeklerin.


Mor aydınlıkta bir çınar
Veya kestane dibinde;
Mahmur süzülen bakışlar
İkindi saatlerinde...


Birden gülümseyen yüzün
Sabahların aynasında
Ve beni çıldırtan hüzün
İki bakış arasında.


Ahmet Hamdi Tanpınar

29 Temmuz 2011 Cuma

Yalnızlığa Övgü - Özdemir Asaf

Mutluluğun gözü kördür,
Yalnızlık sağır.
Ondandır biri tökezleyerek yürür,
Öbürü uykusunda bile bağırır.

Mutluluk yalnız kendisini görür;
Unutur bu yüzden ilkin kendisini.
Yalnızlık kendi tutukluğunda özgür,
Boyuna bekler dönsün diye sesini.

Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;
Borçsuzluğuyla övünür, ama kedisi doğurmaz.
Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;
Boyuna kapısına döner, açan olmaz.

Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var...
Her ikisinin de saksılarında çiçek.
Biri hep başka bir renkle solar,
Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak.

Özdemir Asaf

Âtiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak - Mehmed Akif

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.

Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:

Ey dipdiri meyyit, "İki el bir baş içindir."
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?

Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın!

Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.

Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!

Herkes gibi dünyâda henüz hakk-ı hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?

Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar

Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez...
En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez!

Mâdem ki alçaklığı bir, ye's ile şirkin;
Mâdem ki ondan daha mel'un daha çirkin

Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,
Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Hudâ'dan,

Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!























Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: "Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!"

Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,
Tek kol da "yapışsam..." demiyor bir tarafından!

Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.

Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki: Telâfi edecek bunca zarar var.

Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!

"İş bitti... Sebâtın sonu yoktur!" deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.

19 Rabîülâhir 1331 - 14 Mart 1329 (1913)


Şiiri dinleyin
Vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un "Atiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak" şiirini Gürcistan'lı Leila Kurbanova'dan dinleyelim:
---Türkçe Olimpiyatları'ndan---